Seyretmenin Dayanılmaz Hafifliği
Uzun bir vakittir buraya yazamadım. Sebepsiz değildi elbette. Aylar önce, aklımda başlığını atıp bıraktığım bu yazıyı yazmak vardı. "Seyretmenin Dayanılmaz Hafifliği"ni.
Sonra günler ilerleyip gündemim değişince farklı konular düşünüp durdum. Örneğin aklımda Ramazan Ayı ile ilgili bir yazı yazmak vardı. Zaman geçti, gitti. Kaldı öylece. Ben akışı seyrettim. Fark ettim ki seyre dalıp gidip bir şeyleri kaçırmada üstüme yok sahiden. Sonra artık yazı yazmalıyım dedim, akımdaki diğer tüm konular silindi ve bu sayfayı açarken buldum kendimi. Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına gelme huyum da tilkileri çok sevdiğimdendir belki. Belki de bu huya sahip olduğumdan tilkileri çok seviyorumdur, kim bilir?
Konudan daha fazla sapmadan, bir saptama ile yolumuza devam edelim. Bir şeyleri kaçırmamın sebeplerinden biri, bu yazının başlığında saklı. Seyretmek, insana muazzam bir konfor alanı sağlıyor. Ve ben,
seyretmeyi çok severim.
Seyrimin nesneleri elbette değişiyor. Bazen bir resim, bazen bir manzara, bazen güzel bir yüz, bazen ise dümdüz bir duvar... Evet, nesneler değişiyor ancak fiilim aynı kalıyor. Seyrediyorum. Seyretmeyi bu kadar seven birisi olarak, modern zamanların vergisi olan dizi ve filmleri de izlemeyi seviyorum. Bloğumda pek çok şeyden bahsedeceğimi söylemiştim ve dizi/film sektörü de bunlardan biriydi. Yazının içeriği de bu olacaktı ancak başlığı atalı aylar olduğundan, o zaman ne düşündüğüme dair hiçbir fikrim yok. Yazılmamış bir yazıyı ikinciye yazacağım böylece, belki de üçüncüye, kim bilir?
İnsanlar bir bulutu seyretmeyi sevmiyor olabilir şüphesiz. Ama ne var ki çoğu insan dizi/film izlemeyi seviyor. Bazen bu ilginin ve sevginin üzerine düşünüyorum. Kurgu olduğu belli, çoğunluğu ikinci hatta üçüncü kalite olan bu yapımlar nasıl oluyor da bu kadar izleyici bulabiliyor?
İnsanlar zaman geçirmek için maddi olarak fazla harcama yapmadan bir şeyler yapmak istiyor, bu kesinlikle sebeplerden biri. Ancak zaman zaman tutkuyla takip edecek kadar bir diziye nasıl bağlanabiliyorlar?
Bana kalırsa -en azından kendi tecrübemden yola çıkarak- seyretmenin bizatihi kendisinden kaynaklanan bir durum bu. Empati duygusu olan her insan, rahatça karakterlerden biri yerine geçiyor ve anında alternatif bir hayat içerisinde buluyor kendini. Orada üzülüyor, gülüyor, eğleniyor, hasta oluyor, acı çekiyor, aşık oluyor hatta ölüyor. Kimi zaman büyük bir kahraman oluyor kimi zaman küçük bir çocuk. O karakterlerde, hem başkası olmanın hem de kendi olmanın konforuna erişiyor. İşler sarpa sardığında biliyor ki çözülecek. Yoğun dram içerikli bir yapım olmadığı takdirde o ameliyat parası bulunacak, o sınav geçilecek, o işe girilecek. Muhakkak çözülecek bu sorunlar. O sevilene kavuşulacak en mühimi.
Ne kadar güzel değil mi? Yoğun bir dram bile, insana farklı bir konfor alanı sunuyor. Seneler boyunca acı çekmek, ağlamak mümkün hale geliyor. Bir insan bir yakınını kaybediyor ve ömrü sonuna kadar ara verilmemiş bir yas tutabiliyor. Ne büyük bir konfor alanı değil mi?
Halbuki gerçek hayatta tüm duygular yer alıyor. Bazen hem ağlıyoruz hem gülüyoruz. Cenaze kaldırdığımız bir günün ardından düğün yapabiliyoruz. Sınavda başarısız oluyoruz, bir daha çalışıyoruz. Başarılı oluyoruz başka bir sınava hazırlanıyoruz. O ameliyat parasını bulamıyoruz. Sevdiğimize kavuşamıyoruz. Devam eden bir akışın içerisinde elimizden geldiğince hem yaşamaya hem de hissetmeye çalışıyoruz. Ama hayatın belirli bir türü yok. Hiç kimsenin yaşadığı hayat, film sitelerindeki gibi etiketlenmiyor. Bu hayatta hiç kimse dram filminde de değil, romantik komedide de.
Kimse başrol de değil doğrusu. "Herkes kendi hayatının başrolüdür.", hiç sanmıyorum. Hayat, bir film değil. Hiç kimse başrol de değil. Hiç kimsenin hikayesinin etrafında ilerlemiyor hayat. Başrol olmadığı gibi yan rol de yok, figüran da. Bu hayatta herkes, insan.
Seyretmek çok güzel, hafif çünkü. Sıkıldık mı üzüldük mü ekranımızı değiştiriveriyoruz. Yaşamının yükü insana ağır geliyor. Hiçbir zaman ömrümüz boyunca yas tutabilme imkanı verilmiyor bize çünkü. Ya da hiç başımıza tatlı aksilikler zinciri ile talih kuşu konmuyor. Sürekli bir şeyler oluyor ve sonrayı kestiremiyoruz. Kestiremiyoruz ve bu hayatı sahne atlamadan yaşamamızı sağlıyor. Her anın kıymetli olduğu bir hayatın içinde saniyeleri yaşıyoruz. Hikaye on yıl sonraya, o on yılın her saniyesi dolmadan geçmiyor.
Hayat, hayat olarak güzel elbette. İnsan ise insan olarak. Dizi/film işi ile hayatı karıştırmadan yola devam etmek lazım. İnsan, hayattan kurgu bir yapımmış beklentisine girince ne yapacağını bilemez hale geliyor. O sunilik, hayatta yok çünkü. Bizim yaşamımızın, senaryolardaki gibi bir matematiği yok. Örneğin hayatımızda öylesine gösterilmiş ne kadar çok insan var. Oysaki diziler ve filmler öyle mi? Biri gösterildiyse mutlaka başka bir sahnede sebebini göreceğizdir.
Hasılı, yaşayalım. Yaşamın içerisinde, hafiflemek için zaman zaman seyredelim. Ama seyrettiklerimiz içinde mavi gök de olsun, sarı gül de turuncu bir kedi de.
- Ayşe
*Spring Moon, Ninomiya Beach -Latinize edilmiş Japonca ismiyle Haru no Tsuki, Ninomiya Kaigan-; 1932 yılınca Hasui Kawase tarafından resmedilmiştir. Kısaca bahsetmeden geçemeyeceğim çünkü bu tablo üzerine yazı yazmamı gerektirecek kadar seyrettiğim bir tablo. Evimin duvarına asıp dalıp dalıp gideceğim kadar sevdiğim bir tablo. Hasui Kawase zaten en sevdiğim ressam. Ninomiya Plajı ve İlkbahar Dolunayının tasvir edildiği bir eser bu. İlkbahar Dolunayı, Japon Sanatında sıkça kullanılan bir tema. Konu da seyir olunca en sevdiğim resmi paylaşmak istedim.
Yorumlar
Yorum Gönder